
Büyülü Fenerin Şirinlik Muskaları
Özel bir kolejin herhangi bir odası. Ayşecik (Zeynep Değirmencioğlu); az önce hediye edilen oyuncak bebek kucağında, babasına üzgün gözlerle bakar:
–Demek tam bir sene, bu odada oturup, bu yatakta yatıp, seni düşüneceğim, geri dönmeni bekleyeceğim baba.
Kamera sağa yönelir. Babası Kemal (Sadri Alışık) panjurlu pencerenin önünde, diz planda, ayakta durmakta, elleri pantolon ceplerinde, kızına yarım dönmüştür, onu yanına çağırır, önündeki masanın üzerine çıkartır; “bu ayrılığın her ikimizin de iyiliği için olduğunu unutma” cümlesiyle bağladığı muhteşem bir veda konuşması yapar. Her cümlesinde sesi daha çok titrer, gözyaşı daha da aşağılara iner. Birbirlerine sarılırlar. Ayşecik de derin derin iç çekmeye, gözyaşı dökmeye başlar. Kızının boş bakışlarını görüp, onu ikna edemediğini düşünen Kemal; beylik bir cümle sarfeder:
–Ne bakıyorsun öyle, ezberlemek mi istiyorsun yoksa?
Ayşecik’den de aynı karşılığı alır, hem de boyundan büyük bir sevgi cümlesi de eklenmiş olarak.
–Hayır baba, seni ezbere biliyorum, sen kalbimdesin benim.
Ağlaşarak yakın planda sımsıkı kucaklaşırlar. Kemal kızını yere indirir. Metin Bükey’in çellosundan çıkan nameler kreşendo yaptıkça iç çekmeler, ağlamalar yoğunlaşır, baba kız yakın planda tekrar bakışırlar, tekrar sarılırlar. Kemal ayrılmaya yönelir, Ayşecik babasının eline sarılır, babası bir an tekrar döner, kızının elini öpmesine izin verir ve bu veda sahnesini fazla uzatmadan kaçar gibi uzaklaşır. Ellerini açmış, “baba” diye hıçkırarak ağlayan Ayşecik arkasından bakakalır.
Ağlayan sadece onlar değildir elbette. Bu sahneyi yazlık, kışlık sinemalarda toplu halde izleyen onlarca seyirci de aynı anda Ayşecik ile beraber ağlamaktadır. Buna benzer birçok sahnede olduğu gibi.
* * *
Hareketli görüntünün keşfinden günümüze değin; yukarıdaki gibi yüzlerce, binlerce sahne belki on binlerce kez tekrarlanır dünyanın pek çok ülkesinde. Perdede izlediği kahramanın dünyasına giren; çoğu kez onunla beraber, kimi zaman da ondan habersiz; üzülen, ağlayan, eğlenen, kahkaha atan, öfkelenen, yani ortak tepkiler sergileyen insan topluluklarını bir araya toplamak, uygarlık üzerindeki en büyük büyücü yapar sinema sanatını.
Sinema başlangıçta sanat olsun diye icat edilmez aslında. Görüntüyü hareketlendirmek isteyen girişimcilerin eğlence amaçlı marifetleri açar bu yolu.
Fransız Louis ve Auguste Lumier kardeşler 13 Şubat 1895 yılında kendi buluşları olan sinematograf adlı cihazın patentini alırlar ve aynı yılın 28 Aralık günü Paris Grand Cafe’de “bir trenin gara girişini” gösteren ilk film gösterileriyle de sinema sanatının başlangıcını dünyaya duyururlar.
Gerçi; hareketli görüntü elde etmeye yönelik çabalar 1830’lara kadar uzanır. 1832’de yapılan phenakistoscope, 1834’de yapılan zoetrope gibi optik aletlerle hareketli görüntüler oluşturulmaya çalışılır. Fotoğrafçı Muybriagef; peş peşe çektiği fotoğrafları bir diskte toplayarak görüntünün ritmik ardışıklığını yakalamayı dener sözgelimi (1877). Thomas Alva Edison kinetoskop isimli bir optik aygıt geliştirerek 1894 yılında ilk gösterisini yapar ancak yaptığı gösteri, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek izleyici tarafından izlenebilmektedir.
Lumiere Kardeşler, aynı anda pek çok izleyicinin ortak duygular ve tepkilerde buluşmasını sağlayarak sinemayı sinema yapan büyüyü keşfederler.
Onların yaptıkları, sadece çevrelerindekileri eğlendirmektir. Yaptıkları işin zamanla muhteşem bir sektöre dönüşeceğini; ideolojilere, propagandalara yataklık edeceğini, göz kamaştırıcı güzellikteki insanların pek çok yatırımcıyı göz kamaştırıcı servetlerin sahibi yapacağını nereden bilebilirler ki.
Çok değil; bir iki yıl içinde Yıldız Sarayı’nda yapılan halka açık gösterilerle Osmanlı halkı da tanışır bu büyülü şeritlerle.
1914 yılında da Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı isimli 150 metrelik belgesel film de Türk sinemasının başlangıcı olur.
İlk filmler sessiz. Tek kamera açısından çekiliyor. Az oyunculu. Ve en önemli özellikleri de doğallıkları, yani hayatın içinden olması. Henüz stüdyo yok, filmlerde kesme (ya da zaman) yok, kurmaca öyküler yok.
Hayatı doğal akışı içinde veren ilk film örnekleri çocuğun doğallığından da yararlanıyor elbette. Lumiere kardeşler filmografisinin ilklerinden olan Bahçıvan filminde; hortumunu kaçırdığı bahçıvanı ıslatan küçük bir çocuğun “haylaz” görüntüsü sinemadaki ilk çocuk imgesidir.
Bir başka örnekte ise; günümüzde bile izleyenlerin mendillerini ıslatmayı başarabilen ve defalarca taklit edilen 1921 tarihli Charlie Chaplin filmi Kid (Yumurcak); Şarlo ile, bebekken sokakta bulup büyüttüğü yumurcağın sokak arkadaşlıklarını anlatır.
Türk sinemasının ilk örneklerinde ve daha uzun yıllar boyunca çocuklar her zaman yan rollerdedir ve yardımcı öge durumundadırlar. Çocuk kahramanın ana rollerden birisinde yer aldığı, bilinen ilk örnek; 1934 tarihinde Muhsin Ertuğrul’un çektiği ve Ergun Köknar’ın bir yaşında bir bebek olarak rol aldığı, Aysel Bataklı Damın Kızı filmidir. Bu film bir aşk öyküsü olmasına karşın; aile içi ve dışı çocuk, babasız çocuk, miras vb birçok konuyu ele alması açısından da etkileyici bir örnektir.
İlk dönem filmlerinde çocuklara yüklenilen roller (ya da imgeler), film sayısının azlığıyla paralel olarak oldukça sınırlı. Kimi filmde de öykü gereği birden fazla imge yüklenebiliyor çocuklara. 1950’lerin sonlarına dek gelinen süreçte; çocukların genellikle erişkin yaşamları arasında feda edilen, acı çeken karakter rollerine büründükleri görülüyor.
1952 yılında Süavi Tedü’nün, 50 kadar çocukla çektiği Göçmen Çocuğu filminin başrol oyuncusu Küçük Erkan’ın o dönemde yaptığı sükse; çocukların artık ana karakterlere bürüneceğinin müjdesidir sanki.
Sinemanın ilk örnekleri genellikle uyarlamadır ve birçoğu da Muhsin Ertuğrul’un yaptığı tiyatro oyunu uyarlamalarıdır. 50’li yıllardan itibaren sinema ve edebiyat arasında işbirliği başlar ve nitekim; Kemalettin Tuğcu’nun aynı adlı romanından Memduh Ün’ün 1959’da çektiği Ayşecik filmi çok gecikmeden sinema seyircisinin önüne gelir.
1960’lı yıllardan 70’lerin ortalarına dek; çocuk kahramanlı filmlerin sayıca oldukça arttığını ve ayrıca çocukların izleyici olarak da hedeflendiğini görürüz. Yıllarca Shirley Bassey gibi yabancı çocuk kahramanlara öykünen yapımcılar Türk çocuk yıldızlarını keşfederler. Üstelik bu çocuk kahramanlar, önceki dönem filmlerinde olduğu gibi sadece büyüklerin dünyasında ızdırap çekmezler. Sevimli olmayı, boş boğaz olmayı, büyükleri hem çileden çıkarmayı hem de kendilerini sevdirmeyi de becerirler, boylarından büyük laflar etmeyi de. Bu nedenlerle oldukça fazla Ayşecik, Ömercik, Sezercik, Afacan, Yumurcak, Gülşah filmi çekilir sinemamızda.
Bu dönemde; çocuk merkezli filmlerin toplam filmler içindeki oranı yüzde onu geçmese de geçmiş yıllara göre anlamlı bir artıştan söz edilebilir.
80’li yılların sosyopolitik ortamı, televizyonun yaygınlaşması, video kasetlerin yaygınlaşması gibi olaylar izleyici profilini ve yapımcı yönelimlerini de değiştirir elbette. Film öyküleri toplumsal içerikten daha bireysel konulara kaymaya başlar.
70’lerin sonlarından 80’lerin sonlarına dek gelinen zaman diliminde çocuğun ana kahraman olduğu filmler çekilmez. Büyüklere hitap eden ve çekilen filmlerin yaklaşık yüzde kırkını oluşturan popüler ve acılı Küçük Emrah, Küçük Ceylan filmleri dışında; çocukları unutur Türk sineması ve çekilen az sayıdaki nitelikli örnekte de çocuklar başrolden çok anahtar rollerdedirler.
Önceki on yılın sosyal tutukluğunu 80’lerin sonlarına doğru aşan Türkiye canlandıkça sineması da canlanır 90’lı yıllarda ve çocuk oyuncular yeniden ana rollerde görülmeye başlarlar. Daha farklı öyküler daha derinlikli işlenmeye başlanır, önceki dönemlere özgü şablon çocuk imgeleri kaybolmaya yüz tutar, bunların yerlerini gözlemci, sosyal değişimlerden de etkilenen, izleyeni kendi çocukluğuna götüren çocuk karakterler beyaz perdede boy göstermeye başlar.
2000’li yıllarda, internet vb kitle iletişim araçları ile bilginin dünya üzerinde daha hızlı dolaşması, teknolojinin ucuzlaşması ve ülkemizde sinema eğitiminin daha da iyileşmesi, ayrıca yapılan yasal düzenlemeler ve devlet desteği gibi değişimler ülkemizin sinemasında çekilen filmlerin sayısını ve kalitesini artırır. Ancak bu kez asıl değişim yapımcı ve yönetmenlerin zihniyetlerinde yaşanır. Çocuk oyuncular bu kez daha merkezi noktalara gelirler filmlerde. Yani çocukların başrolünde olduğu filmlerin “tutan formül” olduğunu yeniden keşfeder Türk sineması. Ancak çocuklara yüklenilen roller değişmiştir biraz. 60’lı, 70’lı yılların çocuk karakterlerindeki abartı kaybolur, gelişim özellikleri daha gerçekçi çizilmeye başlanır.
Türk sinemasında çocuklara yüklenen imgeler saymakla bitmez. Bu yazının boyutlarını da yazarının kapasitesini de fersah fersah aşar. Konuyu daha derinlemesine bilmek isteyenler; İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç Dr Nilüfer Pembecioğlu‘nun (bu yazıya da ilham veren ve kaynaklık eden) muhteşem kitabı Türk Ve Dünya Sineması’nda Çocuk İmgesi (Ebabil Yayıncılık, 2006) isimli yapıtını mutlaka okusun, derim.
Sinema hayatın kendisi olduğuna göre, hayatımızın merkezinde yer alan çocuklar da sinemanın merkezinde olacaklar elbette. Biz de onları hep izleyeceğiz. Kimi zaman başrolünde çocukların olduğu dönem filmleri, masallar, aile trajedileri izleyeceğiz, kimi zaman da kilitlenmiş erişkin hayatlarının anahtarı durumundaki çocukların öykülerini.
Yumurcak; gerçek babası olduğunu bilmediği Ediz Hun’a “sizi çok sevdim amca, size baba diyebilir miyim?” dedikçe biz de kendi babamızı kaybetmiş kadar yaralanacağız(Yumurcağın Tatlı Rüyaları).
Yoksul ağabeylerinin, son günlerini güzel yaşasın diye uğrunda kanlarını sattıkları lösemili küçük Kahraman sanki hepimizin de kardeşi olacak (Canım Kardeşim).
Sokaktan gelme küçük Yetim, yönetmen eskisi arkadaşına hayat dersleri verdikçe, kendi çocukluğumuzun nasihatçi büyüklerine duyduğumuz kızgınlıklarımız tamir edilecek (Camdan Kalp).
Küçük Muzo’nun baraka evine yağan yağmur perdenin arkasından bizim de içimize işleyecek (Zıkkımın Kökü).
Mehmet’in annesi, ahırda gizlenen film parçacıklarını yaktıkça bizim içimiz ondan çok acıyacak (Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak).
Küçük Ali’nin, kırılmadan cepte 40 gün beklemesi gereken yumurtası sanki onun değil de bizim ceplerimize emanet konulmuş olacak (Mayıs Sıkıntısı).
Canlandırdıkları karakterler ne olursa olsun;, büyüklerin öykülerine şirinlik muskası niyetine yerleşen bu minik bedenler söyleyemediğimizi söyletecekler, göremediğimizi gördürecekler, bilemediğimizi bildirecekler büyülü fenerin ötesinden.
Ahmet ÇEVİKASLAN

