
Servis Kuşağı Çocukları
2004 yazındayız. Yer: Ölüdeniz. Büyükşehirlerden gelme tatilciler olarak bir safari turunun ciplerini doldurmuşuz, köyleri aşıyoruz. Cip kafilelerinin; resmi geçit gibi geçişlerine alışkın olan köy çocukları yol kenarına dizilmişler, her gruba yaptıkları muziplikleri sergiliyorlar.
Cipleri ıslatanlar, ıslananların çığlıkları, fotoğraf çekenler, poz verenler, şeker isteyenler, ciplerden şeker fırlatanlar, her kaviste ciple beraber midesi de zıplayanlar; curcuna tam gaz; sizin anlayacağınız.
Bu şamata içinde uzaktaki bir manzara dikkatimi çekiyor. Boyu 100 cm’i geçmeyen 4-5 yaşlarında bir kız çocuğu boyundan büyük bir karabaşı kendisine oyun arkadaşı yapmış; çekiştiriyor, hırpalıyor, azarlıyor, karabaş da fazla direnemeden peşinden seğiriyor.
Yakın bir mesafede; (annesi ya da yakın bir akrabası olduğunu tahmin ettiğimiz) büyük bir hanım ise hiç istifini bozmadan kendi işiyle meşgul.
Toprak yolda yalınayak koşturan bu ufaklığın cesareti ciptekileri şaşırtıyor. Ben ise onların bunu cesaret olarak tanımlamalarına şaşırıyorum. Karabaş ile ufaklığın arkadaşlığı ilk akışta “cesaret” gibi görünebilir, oysa kendi gerçekliği içinde o kadar doğal bir resim ki.
Aile büyükleriyle yer sofrasında aynı kaptan kaşıklayan, toz topraktan eğlence çıkaran, inek sağan, tavuk kovalayan bu vitaminsiz, çelimsiz ufaklıklar; kendilerini bu resimden çekmedikleri için ya da bir başka deyişle doğaya yabancılaşmadıkları için mi, büyük kentlerdeki akranlarından daha dirençli ve dayanıklı duruyorlar?
Düşünsenize…
Büyük şehirlerin steril duvarları arasında ‘yediği önünde yemediği arkasında’ büyüyen servis kuşağı küçük yaşlarda başlıyor kırılıp dökülmeye. Toza toprağa, yeşile yabancı bünyeleri bronşial astım, reflü, obesite vb birçok hastalıkla çok erken yaşta tanışıyor.
Sadece fiziksel zayıflıkları değil. Ruhsal kırılganlıkları ve buna mukabil davranış sorunları da çok fazla; sözgelimi; inatlaşmaları, güvensizlikleri, tatminsizlikleri, bencillikleri vs diz boyu.
Garip değil mi? Şehirli annelerin öğrenim düzeyleri de, sosyokültürel düzeyleri de daha yüksek. Yanlış birşey yapmamak adına daha ilgililer ve daha okumuşlar. Anne babalık üzerine ne kadar kurs, kitap, ders, program varsa, kaçırmıyorlar; hem de çocuklarıyla beraber. Bütün gazetelerin sağlık sayfalarını sular seller gibi ezberliyorlar. Çocuklarıyla; (çalışan ebeveynlerin suçluluk duygusunu azaltma adına kimliği meçhul uzmanlarca uydurulmuş bir terim olan) kaliteli zaman geçirmek için ne bowlingden geri duruyorlar, ne de gocarddan; esneme, sıkılma pahasına.
Ama; iş, dört duvar arasında pratiğe dökülünce okunanlar / dinlenenler her zaman işe yaramıyor.
Çalışma hayatı, yaşam biçimi ve dünya görüşü ile geleneksel ebeveynlikten uzaklaşan ancak kendi tarzını da koyamayan (alışkanlıklarını değiştiremeyen) şehirli anne babalar; köy soylu / taşralı ailelere kıyasla çocuklarına daha tahammülsüz, daha tutarsız ve daha soğuk.
Yoğun iş yaşamından kalan sayılı saatlerde uzun uzun anne babalık yapacak zamanları yok. Çocuk da bu sürate uymak durumunda. Çocukla yapılan her eylem tam yapılandırılmış saatlere (uzatmadan sonlanmaya) mahkum. Daha anlayışlı ve demokratik olmak adına bozulan sınırlar disiplin bırakmıyor. “Vereyim parasını, al tüket” türü ebeveynlik de zamane çocuğunu kandırmıyor.
Bütün bu “açılım” çabalarının direkten döndüğü yetmiyormuş gibi; çocuklarının huyu suyu da değişiyor. Zamane çocuğu daha kolay elde ediyor ve daha hızlı eskitiyor. Belki de bu yüzden yeterince sahiplenmiyor, tatminsizliği ve vefasızlığı daha çok. Ebeveynlerinin klasik tabiri ile ‘kıymet bilmiyorlar’. Konfora zahmetsiz ulaşmanın verdiği tembellik ise ayrı bir durum. Bu genellemeler sadec eşyaları için değil beşeri ilişkileri için de geçerli. Ne yazık ki; başka insanları da yeterince sahiplenmeyen, gönül tamiri bilmeyen, zora gelmeyen “tüket at” kuşağının beşeri ilişkileri de daha kolay çözülüyor.
Şurası bir gerçek ki; apartman/site/teknoloji çağı çocukları anne babalarından gelen tam yapılandırılmış ve biraz dayatmacı, bolca yorucu, eksi empatideki aktiviteleri çok da umursamıyorlar. Verdiği mutluluk kelebeğin ömrü kadar çünkü.
Yeni kuşaklara karamsar bakıp, geçmişe methiyeler düzecek değilim. Bu; tutuculuk anlamına gelir. Gidişat hayır mı, şer mi; buna yüzlerce yıl sonrasının tarihçileri karar verecekler. Ama göz göre göre ilkesiz, dayanıksız nesiller yetişmesine seyirci kalmak da insana zor geliyor.
Bu nasıl bir paradokstur ki; neo-ebeveyn kuşağı; çocuk eğitimi üzerine buldukları her kitabı okumak; gazeteleri ve televizyonları ahtapot gibi saran her uzmanı dinlemek adına harcadıkları zamanın yarısını kendi çocuklarını dinlemek / izlemek için ayırmıyorlar.
İnsan sormadan edemiyor. 19.yüzyıldan itibaren çocukluğa ayrı bir önem ve değer veren; hatta çocuk merkezli aile tipolojisi yaratan ideolojiler aslında onlara daha mı çok zarar veriyor?
Ahmet ÇEVİKASLAN

